MUHAMMED ŞAMİL GENÇOSMANOĞLU msgencosmanoglu@gmail.com

MEVLANA CELALETTİN RÛMÎ Mİ, MEVLANA CELALETTİN SELÇUKÎ Mİ?

29 Aralık 2025 Pazartesi 07:00

“Selçuklu’yu Hatırlamak İçin Mevlânâ’yı Yeniden Adlandırmak”

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî yerine "Mevlânâ Celâleddîn Selçukî" demeyi tercih ediyorum. Bu tercih, bir tarih düzeltmesi iddiasından ziyade bir idrak teklifidir. Çünkü isimlendirme, sadece bir ad verme işlemi değil; aynı zamanda bir yerleştirme, bir bağlama oturtma ve nihayet bir anlam ufku açma biçimidir. Mevlânâ; Selçuklu Devleti'nin ikliminde yetişmiş, bu atmosferi solumuş, Selçuklu'nun kültür harmanında neşvü nema bulmuştur.

Bu tercih basit bir isim değişikliği değildir; bir iddiadır, bir duruştur, bir medeniyet hatırlatmasıdır. "Rûmî" belki bir coğrafyanın ifadesidir, Anadolu'nun eski adıdır ya da Anadolu'da Bizanslılar olduğu için "Diyar-ı Rum" denmiş olabilir. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Ama Mevlânâ'yı daha kapsamlı, anlam derinliği olan bir ifade ile isimlendirelim.

İsimlendirmek üzerinde biraz durmak istiyorum. İsimlendirmek, sanıldığı gibi nötr bir eylem değildir. Bir varlığa isim vermek, onu yalnızca çağırmak için kullanılan bir işaret üretmek değildir; bilakis, onu hangi bağlamda düşündüğümüzü, hangi anlam evrenine yerleştirdiğimizi ve hangi tarihsel süreklilik içinde okuduğumuzu ilan etmektir. Tarif etmek, anlamlandırmaktır. Anlamlandırmak ise bir varlığı rastgele bir yere bırakmak değil; onu ilişkiler ağı içinde konumlandırmak demektir. İsim, bu ilişkiler ağının ilk düğümüdür. Bir ismi değiştirdiğinizde, aslında o varlığın etrafındaki düşünce çemberini de değiştirirsiniz. Bu nedenle isimler masum değildir; aksine, düşüncenin yönünü belirleyen pusulalardır.

İsimlendirmek, tarif etmektir. Tarif etmek ise anlamlandırmak, hatta yeni bir düşünce ufku açmaktır. "Selçukî" ifadesi, Mevlânâ’yı yalnızca bir coğrafyaya değil; bir medeniyet tasavvuruna, bir devlet aklına, bir ilmî ve ahlâkî geleneğe yerleştirir. Bu yönüyle "Selçukî" bir sıfat değil, bir tavırdır.

"Rûmî" dediğimizde, Mevlânâ’yı öncelikle bir mekânla ilişkilendiririz: Anadolu, Diyar-ı Rûm, Bizans sonrası bir coğrafya… Bu nisbe, Mevlânâ’nın yaşadığı yeri gösterir; fakat onu mümkün kılan tarihsel ve medenî düzeni görünmez kılma riskini de beraberinde getirir. Çünkü mekân, tek başına anlam üretmez; anlam, mekânın içinde kurulan düzen ile ortaya çıkar. Aradaki fark, coğrafya ile tarih arasındaki farktır; yer ile anlam arasındaki farktır.

"Selçukî" ifadesi ise Mevlânâ’yı bir medeniyet tasavvurunun içine yerleştirir. Selçuklu, sadece bir siyasi iktidar değil; bilginin üretildiği, dolaşıma girdiği ve korunduğu bir düzenin adıdır. Medresenin, tekkenin, şehrin ve devletin birbirini tamamladığı bir yapıdan söz ediyoruz. Bu yapı, ilmi yalnızca bilgi olarak değil; ahlâk ve hikmetle birlikte düşünen bir zihniyet üretmiştir. Mevlânâ’nın düşüncesi, işte bu zihniyetin içinden konuşur.

Bu nedenle "Selçukî", bir sıfat olmaktan çok bir yerleştirme biçimidir. Mevlânâ’yı soyut bir mistik figür olmaktan çıkarır; onu tarihsel bir aklın, kurumsal bir yapının ve toplumsal bir düzenin parçası hâline getirir. Böylece Mevlânâ, yalnızca "her çağda her yere söylenebilecek sözler" söyleyen bir bilge değil; belirli bir medeniyet krizine cevap üretmiş bir düşünür olarak anlaşılmaya başlar. Ayrıca "Selçukî" ifadesi, bugüne yönelik bir iddiayı da içerir. Selçuklu, parçalanmış bir dünyada düzen kurmayı, krizin içinden anlam üretmeyi başarmış bir tecrübedir. Mevlânâ’yı "Selçukî" olarak adlandırmak, bu tecrübenin bugün yeniden düşünülmesi gerektiğini ima eder. Yani isimlendirme sadece geçmişi tarif etmez, geleceğe dair bir yön tayini de yapar.

İslam dünyası 11., 12. ve 13. yüzyıllarda, Asr-ı Saadet'ten sonraki altın çağlarından birini yaşamıştır. Hatta bazı düşünürler, İslam düşünce biçiminin bu yüzyılları aşamadığını, zirvenin o kadar büyük olduğunu söylerler. Bu kadar önemli bir değeri bizim canlı tutmamız gerekmez mi? Bizler Selçuklu geleneğinden, düşünce dünyasından ve birikiminden yeterince yararlanamıyoruz. Bunun için ben bazı semboller üzerinden Selçuklu'nun gündeme gelmesini murat ediyorum. Bu yüzden İslam'ın bu altın çağlarından birinde yetişmiş olan Mevlânâ'yı Selçuklularla özdeşleştiriyorum.

Amaç; buradan bir bağ ile Selçuklu kültür ve medeniyetini tanıtmak, gün yüzüne çıkarmaktır. Osmanlı bizim babamız, Selçuklu dedemiz mesabesindedir. Ecdat olarak bu iki devlet bize aynı mesafede olmasına rağmen, biz daha çok Osmanlı'dan besleniyoruz. Hâlbuki bir insan için baba ne kadar önemliyse, dede de o kadar önemlidir. Dedeler birikimin, tecrübenin ve köklerin taşıyıcısıdır. Osmanlı’yı anlamak için bile Selçuklu’yu bilmek gerekir. Bugün Selçuklu’ya karşı mesafeli olduğumuzu, hatta onu yeterince sahiplenmediğimizi görüyorum. Halbuki Oğuzların 960'ta Cend'e inmesi ve Osmanlı'nın kuruluşu arasında 350 yıllık bir Selçuklu tecrübesi var. Biz bugün bu tecrübeden yararlanamıyoruz, Osmanlı kadar kendimize yakın hissetmiyoruz.

Selçuklu dönemine, 11., 12. ve 13. yüzyıllara baktığımız zaman, bu dönemle çok benzerlikler göreceğiz. Dağılmış bir İslam birliği, Müslümanlar dünyanın dört bir tarafına saçılmış; Moğol ve Haçlı seferleriyle perişan olmuşlar. O dönemi gözünüzde bir hayal edin. Bu döneme ne kadar da benziyor değil mi?  Dağılmış bir İslâm dünyası, parçalanmış bir birlik, Moğol ve Haçlı saldırılarıyla sarsılmış şehirler… Batıl zihniyet bir silindir gibi geçmiş İslam dünyasının üzerinden. Hatta bazı ilim adamları "Artık buraya kadarmış, İslam hakimiyeti bitti" diyerek kıyametten bahsetmeye başlamışlar.

Bugün de böyle değil mi? İslam alemi darmadağın. Doğu Türkistan asimilasyona tabi tutularak yok edilmek isteniyor. Filistin ve özellikle Gazze'de bir millet yok ediliyor. Arakan, Suriye, Irak, Yemen gibi İslam ülkelerinde hep sıkıntı var. Bu ümmetin bir sahip çıkanı yok, bir lideri yok. İslam ülkelerinde birlik beraberlik yok. Adeta İslam medeniyeti yok edilmeye çalışılıyor. Yani tam da Selçuklu dönemindeki dünya gibi bir dünyada yaşıyoruz. Bugün yaşadığımız tabloyla bu dönem arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

 Coğrafya değişmiş, aktörler farklılaşmış olabilir; fakat krizin mahiyeti büyük ölçüde aynıdır: Birlik dağınık, medeniyet iddiası zayıf, insan tasavvuru kırılgandır. O yüzden bizim Selçuklu tecrübesini yeniden düşünmemiz gerekiyor. Eğer bir modelleme yapacaksak, Osmanlı'yı değil Selçukluyu dikkate almalıyız diyorum. Osmanlı'yı kenara itelim, istifade etmeyelim demiyorum; elbette Osmanlı tecrübesinden yararlanacağız.

Bu nedenle, bugün bir model arayışına gireceksek, yalnızca Osmanlı tecrübesine bakmak yeterli olmayabilir. Osmanlı güçlü bir sonuçtur; Selçuklu ise o sonucun mümkün olmasını sağlayan kurucu tecrübedir. Kurucu tecrübeyi anlamadan, sonucu tekrar etmek mümkün değildir.

İşte bundan mütevellit, Selçuklu değerlerini öne çıkararak Selçuklu tecrübesini gündeme getirmeye çalışıyorum. Bu bağlamda Mevlânâ’yı "Selçukî" olarak anmak, onu dar bir tarihsel kimliğe hapsetmek değil; bilakis, onu ait olduğu büyük tecrübenin içine yeniden yerleştirmektir. Amaç bir ismi değiştirmek değil, bir medeniyet hafızasını yeniden düşünmeye davet etmektir. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî yerine "Mevlânâ Celâleddîn Selçukî" ifadesini kullanıyorum. Çünkü bazen bir kelime, kaybolmuş bir medeniyeti yeniden hatırlatmaya yeter.

Kısacası isimlendirmek bir varlığı çağırmak değil, bir medeniyet ufkuna davet etmektir. "Selçukî" demek, Mevlânâ’yı yalnızca yaşadığı yere değil; onu mümkün kılan akla, ahlâka ve düzene yerleştirmektir. Ve bu yönüyle "Selçukî", bir sıfat değil; bilinçli bir duruş, tarihsel bir farkındalık ve fikrî bir tavırdır.

YORUMUNUZU YAZIN ...
Farklı olanı seçin:
# # # # # #