İç cephenin güçlendirilmesi adına elini taşın altına koyan siyasi erkimiz adım adım hedefine ulaşmaktadır. Bu uğurda her şeyi göze alarak yoluna devam eden devlet aklımıza “bin yaşa” diyoruz. Yarım asırdır ülke insanımızı bir hiç uğruna huzursuz eden PKK belasının buharlaştığına şahit olduğumuz 11 Temmuz 2025 tarihi, en az FETÖ terörünün kökten kazınarak 15 Temmuz milli direnişimizin gerçekleştiği tarihimiz kadar kıymeti haiz bir tarih olarak kayıtlara geçecektir.
Dünyayı yöneten şeytani aklın bir maşası olan teröre verdiğimiz ayar, güçlü bir devlet oluşumuzdan kaynaklanıyor.
“Böl parçala yut” şeklinde dile pelesenk olmuş tağuti saiklerle Müslüman ülkelerin bir araya gelmesinin önüne geçecek şer planlar Osmanlı’dan sonra kurulan yeni Türk devletinde yıllarca uygulandı ve böylece bir millet neredeyse yok olmanın eşiğine getirildi. Öyle inanmışlardı ki yok olup gideceğimize, bir süre sonra güç zehirlenmesinin verdiği benlikle artık hiçbir şeyi gizlemeden pervasızca yapar olmuşlardı şu güzelim coğrafyada.
Dünyayı yöneten tağuti düzen, bir toplumu ayakta tutan unsurların ne olduğunu gayet iyi biliyordu. Toplumu birbirine kenetleyen asıl gücün neden kaynaklandığı gerçeğinden hareketle milletimizin birliğini sağlayan harcından işe başladılar ki bunun için kardeşlik bağlarının zayıflaması hatta kopması gerekiyordu. Yok yere bin yıl birlikte hareket etmiş ve aynı davaya hizmet eden, aynı inancın mensubu Türk ve Kürtler arasında bitmeyen bir savaşı başlattılar. Böylece bir organizmayı yaşamayacak şekilde uzuvlarına ayırıyorlardı. Allah’ın menetteği ırkçılık hastalığını yayıyorlardı Anadolu’nun her yerine.
Bunun için bir kesimin ezilmesi gerekiyordu. Ezilmeliydi ki saldırganlığı artsın. Saldırsın ki karşı tarafın düşmanlığını çeksin üstüne. Dünyayı yöneten tağuti sistem Allah’ın menettiği her şeyi sahaya sürdü. Irkçılık hastalığını yayması gerekiyordu, onu yaptı. Müminler ancak kardeştir ilkesine karşılık birbirini parçalayan insanların varlığı gerekliydi onu körüklediler. Akletmez misiniz düsturunu rafa kaldırmak için cehaletin önünü, yakıp yıktıkları okul ve katlettikleri öğretmenlerle açtılar. Öyle ki Arz-ı Mev’ud sınırları içinde yaşayan Kürt halkı sistematik olarak yok ediliyordu; hem de kendilerine vadeliden yalancı özgürlük vadi uğruna. İran Irak savaşında Kürtler katledildi. Irak-Suriye güzergâhında yine aynı şeytani planlar uygulandı. Irak ve Suriye’de kimliksizlik, Kürtlerin kimlikleri haline gelmişti. Adeta yok sayılan bir millet haline getirilmişti Kürt milleti. Bizim de hesabımıza PKK örgütünü düşürdüler.
Dönemin yönetimince Türkiye vatandaşı Kürtlere de bu coğrafyada yıllarca dışlanmışlık politikası uygulandı. Yok hükmünde sayılıyordu adeta. Dilinden kıyafetine, kültüründen fikrine ne varsa kendisini ayakta tutan her şeyiyle dışlanan bir unsur haline getiriliyordu. Devlet dairelerinde Kürtçe konuşmak yasaktı adeta. Ayıplanırdı hatta. Giyimi bile göze batardı. İkinci, üçüncü hatta en geri plana itilmiş bir insan haline getirilmişti. Kasten Devlete düşman haline getiriliyordu. Böylece yavaş yavaş terörün kucağına itiliyordu, sessiz ve sedasız bir şekilde. Toplumumuz içten içe çürümeye bırakılmıştı. Kürtçe konuşuyor diye horlanıyordu devletin her kademesinde. Adliyeden, askeriyeye, hastaneden postaneye. Aşağılık hissi verilmeliydi ki toplumun bu belli kesimi yaralansın sonra da yaralarına tuz basılsın.
Bir zamanlar Türk ve Arapları birbirinden koparmak için ülkemizde “pis Araplar” yaftalığı revaç bulan bir lakırdıydı mesela. Bundan sonuç alan tağuti düzen aynısını “pis Kürtler” diyerek tekrar ediyordu. Böylece var olan bir millet yok hükmünde sayılıyordu. Kendi dillerinde ağıtları bile yasaktı. Kürtçe türküler sadece ıssız yaylalarda mırıldanıyordu.
Bu konuda 11 Temmuz 2025 Yeni Şafak köşesinde Mehmet Metiner’in yazdığı makale detaylı bilgiler içermektedir.
Diline, kültürüne, giyimine sonuç itibariyle kendisini ayakta tutan ne kadar belirleyici özelliği varsa her şeyiyle dışlanan Kürt halkı ateş alevi gibi sarmalanan bir çemberin cenderesine alınmışlıkları yetmemiş gibi tüm bunlara ek olarak Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizin batı bölgelerine nazaran bakımsız bırakılması belki de planın son halkasını oluşturuyordu. Açılan üniversiteler Türkiye’nin batısındaydı. Hastaneler hakeza. Bakımlı yollar yine batı illerine tahsis edilmişti. Modernlik adına akla gelebilecek her şeyden mahrum bırakılmış doğu ve güneydoğu illerimiz. Çünkü buralarda Kürtler yaşıyordu. Gizliden gizliye yayılan düşünce bunun dışlanmışlıktan kaynaklı olduğu hissini veriyordu. Kin ve nefretle büyüyün bir alevin harlanmasıydı o günün yönetimince yapılanlar.
İşte PKK böyle bir atmosferde bela oldu milletimizin başına. Bu toprakların tarihine indiğimizde benzer olaylara hiç de yabancı olmadığımızı görüyoruz. Osmanlı’nın son zamanlarında o güne kadar millet-i sadıka diye övgüye mazhar olmuş Ermeni’lerin benzer planlarla Türklere düşman edilmesinde izlenen yol da böyleydi. Kurulan Taşnak ve Hınçak Ermeni örgütlerinin terör eylemleri sebebiyle bu coğrafyada dinleri farklı olmasına rağmen iç içe kardeşçe yaşayan Türk ve Ermeniler bir anda birbirine düşman haline getirilmişlerdi. Asırlarca birlik ve beraberlik içinde yaşamayı becerebilen iki ırk, birden birbirine düşman kesilivermişti.
Şartlar olgunlaştığında piyasaya sürülen PKK ile de böyle sonuca gideceklerdi Türkiye’de. PKK’nın piyasaysa sürülmesi, tıpkı mafya filimlerindeki acımasız karakterlerin filme olaylı girmesi gibi 1984 tarihinde ilk kanlı eylemiyle girdi milletin gündemine ve Başındaki adama Apo dediler, yani amca. Kürtlerin amcası gelmişti ve kurtaracaktı kendilerini. Kimden ve nasıl kurtacaktı? Bu sorunun cevabı kendisini kaybeden kimsenin umrunda değildi artık.
İlk zamanları marjinal kafalı, maceracı, Türkleri düşman belleyecek kadar kindar yetişmiş birkaç kişiyi geçmeyen, algıların esiri olmuş Kürtlerin, başlarında Ermenilerin olduğu örgüte alınmalarının üzerinden geçen kırkyedi yıllık serüvenin bitişine şahit olduğumuz şu zaman dilimine gelinceye kadar çok çile çektik güzelim coğrafyamızda. İlerlemimizin önündeki en büyük engeldi. Zaman ve maddi yönden çok kaybımız oldu bu örgütlenme sebebiyle. Cumhurbaşkanımız bu durumu şöyle ifade ediyordu. “Hataların bedelini hep beraber ödedik. Sadece güvelik güçlerimizi şehit vermekle kalmadık, sadece siviller hayatını kaybetmedi. Türkiye Terör saldırılarıyla istikrarsız hale geldi.”
PKK'nın nasıl kök saldığını ancak o bölgelerde yaşayanlar biliyordu. Ülkemizin batısından bakıldığında asla iç yüzüne vakıf olunmayacak kan dondurucu gelişmeleri ancak o yörenin insanı biliyordu. Vesayete dayalı o günkü ülke yönetiminin karanlık yüzlerince Kürt halkının nasıl da sistematik olarak örgütün kucağına itildiğini acı dolu bir kırk yılı yaşayanlardan dinlemek gerekir. 1985 yılında suçsuz yere hapse atılan Kürt vatandaşların tutukluluk süresince Diyarbakır zindanlarında nasıl işkenceye tabi tutulduğu, sonra da hapisten çıkanların nasıl soluğu dağda aldıklarını bilmeyenler her bir Kürt'ü terörist zanneder. İşkenceleri devlet eliyle yapıldığı intibahı bir halkı devlete düşman edivermişti. Devletin karanlık yüzleri ki sonra bunların FETÖ militanları olduğu ordaya çıktığında artık iş işten geçmişti. Gece PKK militanları kıyafetleriyle ev ev gezip yardım dileyen ordu içindeki hainler, gündüz devlet kisvetiyle evlerine teröristlerin uğradığı aileleri bir bir işkenceden geçirip hesap soruyorlardı. Bir taraftan gece örgüt elemanlarının istediğini karşılamayan ailelerin teröristlerden gördüği işkenceler, diğer taraftan gündüz bunun hesabını sormaya gelen devlet ricalinin yaşattığı zulümler Kürt halkını canından bezdirmişti. Sağduyulu binlerce ailenin köyünü terkederek batı illerine göç etmesi içten bile değildi. Memleketini terk edenin batı illerinde hor karşılanması da işin başkaca bir acı tarafıydı. Kürt halkı adeta köşeye sıkıştırılıyordu. Algılarla kafası karşık Türk vatandaşı kimseler her Kürt vatandaşı terör olarak görmesi toplumsal birlikteliğimizi hepten zedeliyordu. İstenen durum gerçekleşiyordu. Köşeye sıkıştırılan kürtlere el altında dağ yolları gösteriliyordu. Hızını alamayan tağuti sistem planlayıcıları askerimizi pusuya düşürüp PKK tarafındna katledilmelerini emrediyordu ve anında yerine getiriliylordu. Batı illerinde her evin içine evlat acısıyla ateş düşürülüyordu. Büyük bir oyuna getiriliyordu koca yürekli insanımızın koca devleti. Aynı davaya hizmet eden FETÖ'nün devlet içine sızan militanlarıyla dağdaki eşkiyanın el ele verişleri ülkemizin bitirme noktasına getirmişti. Doğu ve Güneydoğu'da hayvancılık bitmişti. Tarım yapılmıyordu. Yeraltı kaynaklardan istifade edilmiyordu. Güzelim münbit bölgelerimiz talan altındaydı. Karşılaştığımız her zararın müsebbi, Kürt vatandaştı artık milletin gözünde. Halbu ki zavallı Kürt halkı bir planın kurbanı seçilmişti ve yavaş yavaş yok olmanın eşiğine getiriliyordu. PKK örgütü asla Kürt halkının bir örgütü değildi. ASALA Ermeni örgütünün Kürt halkı üzerinden yeni bir dizanıydı sadece. Fakat Kürt halkı kurban selimişti şeytani planları için.
Batı illerinden bakıldığında beyaz toros otomobiller dağ yollarının küheylanı gibi görülürken yöre halkı için ölüm makinalarıydı. Bir köye beyaz torosun gelişi felaketin habercisiydi. Alınıp götürülünden bir daha haber alınmıyordu. Bu alınan kişi teröre yaltaklık yapmayan biriydi. Halkını uyandırmaya çalışan münevverlerden olurdu. Ne acı hikaylere sebep olmuştur o beyaz toroslar.
Öğretmen öldürülürdü Kürt çocukları okuyup da gerçekleri öğrenmesinler diye. Ne yalan vaatlerle nice çocuklar çıkarıldı dağlara; anne babalarının yürek ateşine bakılmadan.
Birlikteliğin harcı dinleriydi Türkle Kürt vatandaşın bu topraklarda. Örgüt dinsizdi. Örgüt Leninist bir yapılanmanın eseriydi. Hem ideolojik yönden hem de toplumun birleştirici unusuru olması itibariyle din düşmanlığı en başta gelirdi PKK örgütünde. O yüzden dindar Kürtler baş belasıydı örgütün. Nice medrese mollası katledildi bu yüzden. Halkın dini inancını diri tutan ne kadar merkez varsa bir bir yok ediliyordu.
Köyler ateşe veriliyordu. Hayvanları yakılıyordu. Tarlaların sürülmesine izin verilmiyordu. Göçe zorlanan bir halk vardı artık örgütün baskıları karşısında. Hedef de bu değil miydi? Arz-ı Mev'ud sınırlarını işgal eden bu halk ölmeliydi. Bu araziler boşaltılmalıydı. Elini kolunu sallayarak gelip yerleşmeleri içinde hep Siyonizm'in.
Direnen halka çok işkence çektirdiler. Naylonlara bağlanıp yakılanlar, elektirik direklerine bağlanıp elektirik akımıyla küle çevrilenler, patozlara konup kıyma haline getirilen bedenler... Hep halkın gözünü korkutmak ve bezdirmek içindi.
Uzaktan bakılarak bu zalimlikler görülmüyordu. Sonra da Kürt halkının neden örgüte teslim olduğu üzerinden karalamalar yapılırdı.
Kürt halkıyla alakası olmayan bir örtgüt, adlarıyla anılır olmuştu. Ne büyük bir lekeydi bu Kürt halkı için. Zoraki yapıştırılmıştı suratlarına PKK damgası. Bu lekeden bir türlü yakalarını kurtaramıyorlardı. Çünkü plan bir bölgeyi de, bir ülkeyi de aşacak kadar geniş boyutluydu. Çok ince hesaplanıp sık dokunan bir kumaş haline getirilmişti. Sözün özü, sanki Allah tarafından bu halka musallat olmuş bir belaydı.
Bu bela, sadece Kürt halkı için değildi elbette. Arz-ı Mev'ud safsatası sebebiyle göz konulan topraklar Türkiye Cumhuriyeti'nin topraklarıydı. O bölgelerin koparılması ülkemizin harap olması demketi. Belki de bir adım sonra Türk milleti olarak Anadolu'dan tamamen atılmamız demekti. Felaket çok büyüktü anlaşılan.
Zaman zaman sağduyulu devlet ricalimiz durumun iç yüzüne vakıf olsa da Siyonizm'in bu uluslarası planı karşısında yenik düşüyordu. Bu konuyu ciddiye alan devlet ricalimizden biri de merhum Cumhurbaşkanımız Sayın Turgut ÖZAL idi.
Turgut ÖZAL’ın devlet politikası haline gelen çözüm önerileri PKK’ya pes dedirtse de Cumhurbaşkanımızın uğradığı suikastin nedeni yine bu hain planın akamete uğraması korkusuydu. Doğu ve Güneydoğu bölge illerimize kurulan üniversiteler, yapılan hastaneler, döşenen yollar, açılan havaalanları, bağlanan su ve elektrikler hep devletin Kürtleri sahipsiz bırakmadığının, aksine iddaların yersiz olduğunun bir hamlesiydi. Sorunu kökünden çözmeye adanmış koca bir yürek zehirlenerek yok ediliyordu. Eşref Bitlis bu yolun mücadele veren bir şehidiydi. Örgütün kirli çamaşırlarını ortaya döken gazeteci yazar Uğru Mumcu da bu uğurda ölenlerdendi. Daha bir çok siyaset, bilim ve ilim insanı bu uğurda verdiği mücadele sonucu hayatını kaybetti şu güzelim ülkemde.
Günümüze geldiğinde sağlam bir iradeyle karşılaşması terörü bitirme noktasında getirdi. Erdoğan bu hususta çarpıcı bilgiler veriyordu: “Terör örgütünün Kürt kardeşlerimizi tuzağa düşürmesini önlemek için tedbirler aldık. İçeride demokrasi ve insan hakları konusunda sessiz devrim niteliğinde reform yaparken dışarıda yoğun bir diplomasi trafiği yürüttük.”
Dünyayı yöneten tağuti düzenin Ortadoğu’da Kudüs merkezli yeni bir dünya düzenini inşa etmeye adanmışlığını son iki yıldır Gazze’de yaptığı katliamlardan rahatlıkla görebiliyoruz. Hedefine ulaşmak için Müslümanların birlikteliğine izin verilmemeliydi. İran’a saldırılar, Irak’ın Saddamlı dönemleri, Kaddafi’nin Libya’sı, Mısır’ın Mursi’den alınması, Tunus, Ürdün ve Lüblan’ın pürmelal hali hep şeytani bir planın sonuçlarıydı. Hele hele Türkiye gibi güçlü bir Müslüman ülkenin varlığı hepten tehlikeliydi bu yeni tağuti dünya düzeni için. PKK bu anlamda önemli bir unsurdu yeni dünya düzeni yolunda. Terör örgütleri bu tağuti düzenin aparatları olduğu için önemliydi hedeflerine varmada.
Ekranlarda izlediğimiz sembolik silah yakma manzarası, tüm dünyanın gündemindeydi. Devlet Bahçeli’in 1 Ekim 2024 tarihinde DEM’lilerle başlattığı tokalaşma beraberinde getirdiği tartışmalar bunun ne manaya geldiğinin habercisiydi. Sağlam bir iradenin sonucu olan bu silah bırakma eylemi yeni bir tarihin başlangıç noktası mesabesindedir.
Örgütün silah bırakmasının sıradan bir olay olmadığını Cumhurbaşkanımız şöyle ifade ediyordu: “Bugün yeni bir gündür. Bugün tarihte yeni bir sayfa açılmıştır. Büyük Türkiye’nin, güçlü Türkiye’nin, Türkiye Yüzyılı’nın kapıları ardına kadar aralanmıştır.”
Bu sağlam iradeli bir yönetimin olduğunu göstermektedir.
Haliyle her dediğini yapan bir liderin varlığı demektir.
Milletin seçip sahip çıktığı bir iradenin tecellisi demektir.
Diyarbakır annelerinin direnişinin bir semeresi demektir.
Doğu ve Güneydoğuda kurulu medrese ülemasının korkup yılmadan halkı aydınlatmada gösterdikleri çaba demektir.
Dinine bağlı Kürt halkının yoldan çıkmışlara karşı duruşları demektir.
PKK’nın Kürt kimliğiyle ilgisinin olmadığını gören, kardeşlerine kucak açan ferasetli Türk vatandaşlarımızın varlığı demektir.
Vatanı ve milleti uğruna hayatını feda eden Ömer Halis Demirler, Fethi Sekinler ve Eren Bülbüller demektir.
Bu zafer, Çanakkale Destanını yazan Kürdüyle, Türkiyle, Lazıyla, Çergezi, Gürcüsüyle ve Arabıyla mücadele veren Türk milletinin varlığı demektir.
Dünyaya bin yıl adaletle hükmeden bir uyanış demektir.
Bu, imanımızın bir zaferiydi.
İmanımızın gereği kardeşliğimizin semeresiydi.
Birlikte secdeye varan başlarımızın zulme karşı eğilmemesinin bir muştusuydu.
Bin yıllık ortak değerlerimizin hatırasıydı.
Bunun gerçekleşmesine ön ayak olan hükümetimiz bin yaşasın. Türkiye’yi yöneten irade şu müjdeyi veriyordu: “Herkes şundan emin olsun. Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin onurunu, gururunu çiğnetmeyiz. Türkiye’nin başını asla öne eğdirmeyiz. Türkiye’nin hayrına olan her girişimde bizi en önde göreceksiniz. Hiç kimse korkmasın, endişeye kapılmasın, hiç kimsenin aklında soru işareti oluşmasın.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti dimdik ayaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün düne göre çok daha kudretlidir. Umutludur. Aziz milletimizin her bir ferdi bu tablodan dolayı sevinmeli, her sokağı, caddesi, her hanesi ay yıldızlı bayrağımızla donatılmalıdır.”
Ne mutlu hak yolunda olanlara…
Bugünü bize gösteren Rabbime hamdolsun.
Mustafa Salim
12 Temmuz 2025, Ankara.